Millî Edebiyat Dönemi 1911’de Genç Kalemler dergisi ile başlatılan “Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı’nın ortaya çıktığı 1923 yılına kadar devam eden edebî sürecin adıdır. Ali Canip Yöntem, Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp’in Genç Kalemler dergisinde savundukları Yeni Lisan Hareketi ile başladı. Dilde sadeleşme, şiirde aruzun yerine hece vezni, içerikte halkın sorunları ve yerli yaşam Millî Edebiyat Dönemi’nin temelini oluşturur. Bu dönemde Türk edebiyatı Doğu ve Batı taklitçiliğinden kurtarılmaya çalışılmış, yalın bir anlatım benimsenmiştir. Ayrıca Türk kültürü ve tarihi, incelenmemiş bir hazine olarak kabul edilmiştir. Bu dönemde birçok türde eser verilmiştir. Şiir de bu türlerden birisidir. Milli Edebiyat Dönemi şiirinin özellikleri şunlardır:

  • Hece ölçüsü ağırlıklı şekilde kullanılmıştır.
  • Halk edebiyatı şiir biçimlerinden yararlanma yoluna gidilmiştir. Bunun yanı sıra Batı’dan aldığımız nazım biçimleri de kullanılmıştır.
  • Konu seçiminde yerlilik esas alınmıştır. Anadolu insanı, Anadolu coğrafyası ve Türk tarihi tercih edilmiştir.
  • Dilde sadeleşmeye gidilmiştir.
  • Osmanlıcadan Türkçeye dönülmüştür. Konuşma dili, yazı dili haline getirilmiştir.
  • Bazı sanatçılar dönemde hakim olan Türkçülük akımını şiirlerinde yaymaya çalışmış, bazıları ise bireysel konular tercih etmiştir.
  • Sade bir dil ve millî ölçümüz olan hece ölçüsü ile şiir yazma geleneği başladıktan sonra bu anlayışın hayata geçirilmesinde 1914’de oluşan ”Beş Hececiler” adlı şair topluluğunun önemli bir payı olmuştur.
  • Millî Edebiyat Dönemi şairleri: Ziya Gökalp, Ali Canip Yöntem, Mehmet Emin Yurdakul, Hamdullah Suphi ve Beş Hececilerdir.
  • Bu dönemde milli edebiyat anlayışına katılmayıp bağımsız bir şekilde eser veren sanatçılarımızda vardır. Saf şiir anlayışı ile şiirler kaleme alan Ahmet Haşim‘den Fecriati Dönemi şiirinde bahsetmiştik. Aynı şekilde saf şiir anlayışı ile şiirler yazan Yahya Kemal Beyatlı‘dan da yine o yazımızda bahsettik. İsimlerin üzerine tıklayarak saf şiirin özelliklerine ve şairlerimizin edebi hayatı ile eserlerine ulaşabilirsiniz.
  • Bir diğer bağımsız ismimiz Mehmet Akif Ersoy’dur. Özellikle manzumeleri ile halka yönelmiştir.

Mehmet Emin Yurdakul 

Millî edebiyatın ve Türkçülük akımının önde gelen temsilcilerindendir. ”Türk Derneği” ve ”Türk Yurdu” dergilerinin kurucuları arasındadır. İlk şiirlerini Servetifünun Dönemi’nde yayımlayan Mehmet Emin Yurdakul, Cenge Giderken adlı şiiriyle Millî Edebiyat şiirinin öncüsü sayılmıştır. Anadolu halkının acılarını şiirlerinde coşkulu bir dil ile anlatmıştır. Konularını toplumun sorunlarından almıştır. Şiirleri teknik açısından güçlü değildir anca duygu açısından oldukça güçlüdür. Sade bir dil ve hece ölçüsü ile şiirler kaleme almıştır.

Şiir: Ey Türk Uyan, Türk Sazı, Türkçe Şiirler, Tan Sesleri, Zafer Yolunda, Ordunun Destanı, Dicle Önünde, Turan’a Doğru, Ankara, Mustafa kemal, İsyan ve Dua, Hasta Bakıcı Hanımlar, Aydın Kızları.

Düz Yazı: Fazilet ve Asalet, Türk’ün Hukuku.

Mehmet Akif  Ersoy

Milli Edebiyat dönemi bağımsız sanatçılarındandır. İlk şiirini 1980’li yıllarda yazmıştır. Servetifünunu aşırı Batıcı bulduğu için bu topluluğa katılmamıştır. 1908 yılından sonra Sebilü’r Reşat ve Sırat-ı Müstakim dergilerinde yazmıştır. Sırat-ı Müstakim dergisinde başyazarlık yapmıştır. Türk milletinin bağımsızlığını simgeleyen İstiklal Marşı’nı yazmıştır. Şiirlerinde içinde yaşadığı toplumla ilgili siyasi ve sosyal konuları işlemiş, halkın yaşayış tarzını ve değerlerini yansıtmıştır. Toplum için sanat, anlayışını esas almıştır. Gözlem ve tasvir yeteneği kuvvetlidir. Türk şiirine gerçek realizmi getiren sanatçı olmuştur. Aruzu Türkçeye başarıyla uygulamıştır. Dizeleri yer yer kırarak şiiri düzyazıya yaklaştırdı. Halkın konuşmalarını şiirde diyaloglar şeklinde vermeyi başardı. Bülbül, Küfe, Mahalle Kahvesi, Kocakarı ile Ömer, Cenk Şarkısı şairin tanınmış şiirleridir. Şair sağlığında yedi şiir kitabı yayımladı: Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Asım, Gölgeler. Bu kitaplar, şairin ölümünden sonra bir araya getirilip Safahat adıyla tek kitap olarak yayımlandı.

MANZUM HİKÂYE

Nazım şeklinde yazılan hikâyelere denir. Manzum hikâyelerin öykülerden tek farkı şiir biçiminde yazılmış olmalarıdır.  Biçimsel olarak şiire benzeyen; ölçülü, uyaklı, dizeler hâlinde yazılmış hikâyelere manzum hikâye denir. Genellikle didaktik özellik gösteren ve yaşanmış ya da yaşanabilir olayların şiir biçiminde anlatıldığı manzum hikâyede aşağıdaki örnek metinde de olduğu gibi hikâyenin yapı unsurları (kişi, yer, zaman, olay örgüsü) bulunur. Şiirde bireysellik, duygu, imge, çağrışım ve çok anlamlılık; manzum hikâyede ise olay, anlatma, gösterme ve tek anlamlılık ön plandadır. Türk edebiyatında Tevfik Fikret ve Mehmet Akif Ersoy başarılı manzum hikâye örnekleri vermiştir.

  • Manzum hikâyeler edebi metinlerdir.
  • Konu ve özellik bakımından hikâye ile aynı özellikleri gösterirler.
  • Manzum hikâyelerde şair ya bir olayı anlatır ya da bir öğüt verme çabası içindedir.
  • Giriş, gelişme ve sonuç bölümleri hikâye ile benzer özellikler gösterir.
  • Düşündürücü ve eğiticidir.
  • Birçok bölümden oluşur. İlk bölümde anlatılmak istenen olaydan ve kişilerden bahsedilir. İkinci bölümde ise olaylar anlatılır ve örneklerle tasdik edilir. Üçüncü bölümde ise olay son bulur ve okuyucuya ders vermeyi güden cümleler yer alır.
  • Manzum hikâyede her olay işlenebilir. Sıradan olaylar, sosyal olaylar vs.
  • Manzum hikâyeler dörtlük, beyit, bent şeklinde de yazılabilir.
  • Mensur hikâyeden (düzyazı) biçim hariç hiçbir farkı yoktur. Kişiler, zaman, mekân, olay bu hikâyelerde de vardır. Tek farkı şiirsel olması, dizeleri, kafiye ve redifleridir.

Örnek

BEBEK

Bizim Cemîle Ferîde’yle bir sabah gelerek
“Unutma beybaba, akşam birer hotozlu bebek,
Getir, kuzum…” dediler. Ben de kızların keyfi
Kırılmasın diye reddetmedim şu teklifi,
Kiraz dudaklı, üzüm gözlü, inci dişli, iki
Edâlı yosma getirdim. Aman o akşam ki
Sevinme hâlini bir görmeliydi yavruların!
Durup oturmadılar hiç; dedim: “Yatın da yarın
Bütün gün oynayınız…” Nerde! Kim yatar? O gece,
– Yemekte sızmaya me’lûf olan -Feride’mce,
Kabul olunmayacak söz olursa, yatmaktı.
Yatar mı hiç? O nasıl hisli bir yumurcaktı.
Ferîde’nin yaşı beş yok; Cemîle’ninki yedi;
$u var ki, abla hanım pek hanım tavırlı idi.
Büyük kız oynadı bir parça, sonradan yattı;
Küçük sabaha kadar hep bebeğini hoplattı.
Ne ninniden alıyormuş, ne öyle hoppaladan…
“Işıl ışıl bakıyor â! Bebek değil, afacan!”
Sabaha karşı tükenmiş mecâli yavrucuğun;
Mışıl mışıl uyuyor… Değmeyin aman uyusun.
Benim bulunmadığım bir zamanda kız uyanır;
Bebeği uyutmak için evde üç saat kapanır.
– Aman da pek yaramaz, uyku sıçramış başına.
Bakın beşik de getirdim, bakın yatar mı şuna?
Yatar mısın seni maymun? Kapar mısın gözünü!
Acık da dinlesen olmaz mı annenin sözünü;
Kapandı işte gözün… Oh, şimdi artık yat!
Bebek ne yaptı bilinmez ki, sonradan, pat pat,
Dayak sadâları akseylemiş öbür odaya.
Güzel güzel uyumuş olsa kız da dövmez ya.
Gelince akşama, baktım, Feride pek düşkün.
Durur mu ablası? Ben sormadan atıldı:
— Bugün
Ne yaptı, beybaba, bilsen… Zavallıcık bebeğe?
– Ne yaptı?
– Dövdü bir âlâ, sonunda kırdı.
– Neye?
– Bilir miyim, ona sor… Kız, getir bebeğini hadi!
Feride kaçtı yanımdan, getirmek istemedi.
Çiçek çıkarmışa dönmüş, getidiler ki, yüzü;
Birer kafes gibi kalmış o kuş bakışlı gözü.
Başında saçtan eser yok, ayak topal, kollar
Omuzdan oynamıyor, kim bilir ne illeti var?
O kanlı canlı bebek şimdi işte bir kötürüm…
– Bu ölmüş artık ayol, göm götür de, hem ne ölüm?
Feride kaldı bebeksiz, Cemile’ninki fakat,
Güzel güzel duruyor; olmuyor ne kör, ne sakat.
Günün birinde beraberce oynuyorlarken,
Alıp Feride hazin bir niyâz tavrı hemen:
– Bebeğini ver, acıcık oynayayım, kuzum abla!. .
Demez mi? Kız ne diyor?… Gâliba:
– İnâyet ola!
Verir miyim sana ben hiç bebeğmi, yağma mı var?
– Hasislik etme, kızım ver!
– Alırsa sonra kırar.
– Nasıl kırar a canım? Etme oynasın, veriver!
– Olur mu beybaba?
– Elbet olur.
– Kırarsa eğer?
Yarın sabah sana ben başka bir bebek alırım.
Bizim müdâhaleden sonra, “oyna al bakalım!…”
Deyip Ferîde’ye kerhen uzattı kız bebeği.
Ferîde’nin yüzü gülmüştü, baktım, iyden iyi.
Sevindi, oynadı, lâkin bir müsteâr sürür
Süreksiz oldu.
– Ver artık!
– Acık daha ne olur?
– Bakındı bey baba?
– Kız, ver de sonradan yine al,
Mal olmaz insana, âdet değil, emânet mal.
Tekerrür etti birazdan şu yolda aynı niyaz:
– Bebeğni ver yine olmaz mı? Oynayım.
– Olmaz!..
Ben iltiması diriğ etmedim ikinci sefer.
– Çok oldu bey baba, ya! Sonra her zaman ister!
– Demin de aldı, hemen verdi, içlenir, yapma!
Sen ablasın ne kadar olsa…
– Başka vermem ama,
Çabuk verirsen eğer al da oyna, kız, haydi…
Ferîde’nin bu sefer keyfi pek yolundaydı.
Epeyce dandiniler yaptı, hayli hoplattı;
Bebek kolunda, hasırlarda bir zaman yattı.
Fakat ne çâre! Gelip çattı vakt-i istirdât.
Kızın nazarları beyhûde etti istimdât.
Cemile istedi ısrâr edip emânetini,
Çocuk da verdi, fakat görmeliydi hiddetini!
Büyük kızın eziyordu gurûr-u ma’sûmu,
Bebek elinde gezerken, şu tıfl-ı mahrûmu.
Ağır gelir ona elbette karşıdan bakmak.
Sokuldu bak yine, hiç şüphe yok ki: yalvaracak,
“Bebeğni ver” diye, lâkin ben eylemem ibrâm.
Hayır, değil bu edâ, bir edâ-yı istirhâm:
“Bebeğmi ver!’’ demesin mi üçüncüsünde kıza?
Meğer hukuk da bilirmiş bakın şu saygısıza!..

Mehmet Akif Ersoy